Ufuk çizgisinde güneşin ilk çizgisi belirmiş, uzak dağların ardında bir turunculuk yükseliyor.
O an, elinde dizgini tutuyorsun.
Altındaki at — kaslı, güçlü, ama bir o kadar da asil. Gözlerinde sessiz bir bilgelik var.
Sanki o da senin gibi bu yolculuğun anlamını biliyor.
İlk adımda, toprakta çıkan tıkırtı, sabahın sessizliğini nazikçe bölüyor.
Atın nefesiyle rüzgârın sesi birbirine karışıyor.
Biraz ilerleyince rüzgâr artık sadece esen bir hava değil; yol arkadaşın gibi davranıyor.
Yüzüne dokunuyor, saçlarını dağıtıyor, bazen de sana eşlik edercesine koşuyor yanından.
Yol uzadıkça düşüncelerin de açılıyor.
Şehirde bıraktığın gürültü, kalabalık, sıkışmışlık — hepsi arkada kalıyor.
Burada yalnızca sen varsın, atın ve rüzgârın sesi.
Bir özgürlük hissi yayılıyor içinden;
sanki yıllardır unutulmuş bir nefesi sonunda alabiliyorsun.
Dağ yollarına tırmandıkça, atın adımları kararlılıkla yankılanıyor.
Bir zaman sonra taşlık bir patikaya giriyorsun.
Gökyüzü açılıyor, bulutlar arasından ışık süzülüyor,
ve sen fark ediyorsun:
“At üstünde gitmek” sadece bir yolculuk değil, bir ruh hâli.
Kendinle, doğayla ve zamanla aynı ritimde olmanın bir yolu.
O anda her şey dinginleşiyor.
Ne geçmişin yükü var, ne geleceğin endişesi.
Sadece an — ve o anın içinde, kalbinin atışıyla uyum içinde ilerleyen bir canlının sıcaklığı.
Belki bu yüzden insanlar yüzyıllar boyunca atları sadece binek değil, yoldaş saydı.
Çünkü at üstünde gitmek, insana unuttuğu bir şeyi hatırlatır:
Doğanın bir parçası olduğunu, özgürlüğün tozuna karıştığında kalbinin yeniden atmaya başladığını.
Ve yolun sonunda, güneş artık tepede...
Atını durduruyorsun.
Gözlerin ufka dalıyor.
Rüzgâr hâlâ saçlarında, kalbinde bir huzur.
İçinden geçiyor:
“Ne güzelmiş, rüzgârla dost olup, at üstünde gitmek...”

Hayal Postası
Bu yazar hakkında henüz bilgi bulunmuyor.
